28 Eylül 2012 Cuma

CİNSEL VE DİNSEL İSTİSMARIN ORTAK YÖNLERİ


 Türkiye’de cinsel ve dinsel istismarın ulaştığı seviyeyi görebilmek için entelektüel düzeyinizin çok yüksek olması gerekmiyor. Günlük gazete ve televizyon haberlerini takip etmek bunun için yeterlidir.  Bu iki istismar biçiminin eş zamanlı yükselişini tesadüflere bağlamaksa hiç doğru olmaz. Çünkü bunlar hem içinde yaşadığımız düzenden hem de birbirlerinden beslenerek büyümektedirler. 1980 yılını milat kabul eden “Yeni dünya düzeninde” din ve cinsellik çağın teknolojik olanaklarının da desteği ile kitleler üzerinde iktidar sahibi olabilmenin ve onların rızasını kazanabilmenin etkili birer aracı olarak kullanılmaktadır. Bunun yanında dinsel baskı cinsel açlığı cinsel açlık ise tepkisel olarak dinsel baskıyı arttırdığından bunlar sistemden olduğu kadar birbirlerinden de beslenmektedir.
Toplumsal hayatı değiştirme iddiası bulunan sosyalizm, komünizm, feminizm gibi ideolojilerin ölümünü ilan eden yeni düzenin gözde “izmleri” İslami radikalizm ve erotizmdir.Düzenin ekonomi politikalarının kaçınılmaz sonucu olan toplumsal eşitsizlikler din istismarı ile ödülü öte dünyada alınacak bir sınav olarak meşrulaştırılmakta, bütün medya kanallarından pompalanan cinsellik istismarı ile de insanların mümkün olduğunca az düşünmesi temin edilmektedir. At başı giden bu iki istismar biçiminin Türkiye’de iktidarın etkili araçları olarak kullanıldığı görülmektedir.
Mesela Gelir dağılımı eşitsizliği yaratan, iş güvenliğini yok eden, ücret düzeyini düşüren, eğitim ve sağlığı paralılaştıran ekonomi politikaları “Alnı Secde Gören” bir Başbakanın Yönetimiyle meşrulaştırılırken esas işi bu konulara ilişkin haberleri kamuoyuna duyurmak olan gazetelerde sorunlar arka sayfa güzelleri ve ünlülerin bikinili tatil görüntüleri arasında gözden kaçırılmaktadır. Az düşünen umutsuz ve fakirleştirilmiş kitlede yaratılan cinsel açlık ise 3. Sayfalardaki tecavüz haberleri biçiminde kendini göstermektedir.




13 Eylül 2012 Perşembe

ENGELLİLİK KONUSU EKONOMİ POLİTİK BİR KONUDUR

Engelli hakları hareketinin dünyadaki gelişimine bakıldığında kadınların, işçilerin ve ırkçılık karşıtlarının toplumsal mücadelelerini örnek alan bir perspektifin  varlığı görülecektir. Bu perspektife göre engellilerin sorunları tekil ve toplumun diğer sorunlarından bağımsız değildir. Ülke yönetimlerinin ekonomi, eğitim, sağlık, kent hayatı, iç ve dış güvenlik gibi temel  konulardaki tutumları, bireylere ve hak arayışlarına karşı genel tavırları  engellik olgusunun toplumdaki varlığını ve yaşam alanını belirler.  Bu bakış açısıyla örneğin 4+4+4 eğitim sistemi uygulamasının engelli sorunları ile ilgisi nedir diye sormak anlamsızlaşır. Çünkü iktidarın eğitimde yapmayı düşündüğü dönüşüm İstanbul da engellilerin tek başına hareket edebilmesi için uygun tek okulun imam hatip okuluna dönüştürülmesi sonucunu doğurabilmiştir.  Benzer şekilde kamu yönetiminde yeniden yapılanma olarak adlandırılan ve devletin kamu hizmetlerini özel sektör mantığıyla vermesi esasına dayanan dönüşüm engellilere ilk duyduklarında çok şey ifade etmemesine rağmen “Evde hapis yasası” gibi somut sonuçları engellilerin günlük yaşamını derinden etkilemektedir.
Ayrıca küreselleşme ile birlikte yaygınlaşan savaşlar, terör, ekonomik krizler, çevre sorunları ve sosyal politikalardaki gerilemelerde engelliliği doğrudan ilgilendiren olgulardır. Yani net bir ifadeyle söylersek engellilik toplumsal ve dolayısıyla siyasidir. Bu bakımdan engellilerle ilgili politikaların başarısını belirleyen temel ölçü sistem içi etkileşimleri gözden kaçırmayan bütünsel   bir bakış açısını yansıtabilmesidir. Ne var ki bütün siyasal partilerin engelli sorunlarını sosyal politika alanına hapseden öneriler sunduğunu gözlemlemekteyim. Sivil toplum örgütlerinin talepleri de ne yazık ki sosyal yardımlaşma ile sınırlı kalmakta ve bu  şekilde soruna kalıcı çözümler üretilmesi imkanı yok edilmektedir. Dünyada ise  çoğu engelli olan aktivist ve kuramcıların çabaları ile konu çoktan sosyoloji ve politik ekonomi bilimlerinin  çalışma alanı içine dahil edilmiştir. Türkiye siyasi partileri ve sivil toplumu ile birlikte bu pespektifi benimsemedikçe bırakın çözümü doğru bir mücadele yolu dahi tutulmuş olmaz.

10 Eylül 2012 Pazartesi

ÇOBANLIK VE YÖNETİŞİM

Pazar ekonomisinin ortaya çıkışından önce hâkim durumda olan monarşilerde kralların yönetim yetkilerini tanrıdan aldıklarına inanılılır, bu inanç onlara tarının yeryüzündeki vekilleri olarak hiçbir sınırlamaya tabi olmaksın ve erklerini kimseyle paylaşmaksızın yönetme gücü sağlardı. Yönettikleri alan, üzerinde yaşayanlarla birlikte onların mülkü kabul edilirdi. Ancak pazar ekonomisinin ihtiyaçları devlet otoritesinin sınırlandırılmasını ve denetlenebilir kılınmasını beraberinde getirmişti. Çünkü ticaret yapanların her şeyden önce can güvenliklerinden endişe etmeden gidebildikleri her yere giderek karlı alış -veriş imkanları aramaları, elde ettikleri kazançları mülkiyetlerine almaları ve kendi çıkarlarını yönetim kademesinde savunabilmeleri gerekiyordu. Bunun için yönetim yetkisinin kaynağı dinsel olmaktan çıkarak dünyevileştirildi, yaşam seyahat ve mülkiyet hakları devlet yönetiminin meşruiyet sınırını oluşturan,dokunulmaz ,devredilmez ve vazgeçilmez haklar olarak tanındı ve yönetim erki toplumsal grupların temsiline dayanan meclisler eliyle yapılmış yasalara göre kullanılmaya başlandı.
Pazar ekonomisinin yönetim yapılarında değişim yaratan evrimi günümüzdede sürüyor.  Monarşilerden sonra gelen modern yönetim düşüncesi yerini modern sonrası yönetim anlayışına bırakıyor.  Gelinen aşamada meclislerin toplumsal grupları temsil etmekte tek başına yeterli olmadığı gündeme getiriliyor. İstenen  engelliler,kadınlar, eşcinseller yoksullar gibi temsil edilemeyen kesimlerin sivil toplum örgütleri kanalı ile hak arayışına  geçebilmesi ve yerelden başlayan katılımcı bir yönetimin oluşması. Bu anlamda modern sonrası  moderni tümüyle dışlayan değil onu tamamlayan bir süreç olarak görülmeli . Oysa bizde anlaşılan biçimle modern sonrası modern öncesinin cemaat kültürünü sivil toplum ,  dinsel imtiyaz sahibi mürşitlerini de kanaat önderi olarak yeniden servis etmekten ibaret. Türkiye’nin modern sonrası yönetimi hayata geçirebilmesi önündeki büyük engel bu noktada göze çarpıyor.
Parti mitinglerinde başbakana yönelik olarak açılan “padişahım çok yaşa” pankartları, yerel düzeydeki bir parti yöneticisinin peygamber benzetmesi ve halifelik arzuları ile yönetilen dış politika anayasa ve meclisin yüzyılı aşkın süredir, Cumhuriyetin ise  doksan yıldır var olmasına rağmen hala tanrı adına yönetme geleneğinin aşılamadığını ve buna büyük bir özlem duyulduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle toplum hala modern yönetimi benimseyebilmiş değil. Bu noktada sorun bir kesiminin padişah ve halifeyle yönetilmeyi arzu ettiği,  yöneticilerin otoriterleştikçe halk nezdinde itibar kazanıp taktir gördüğü bir düzen ile modern sonrası toplumun sivil örgütlenmelere ağırlık veren  düzeninin ne oranda bağdaşabileceği sorunudur.Siyasi rakipleri eleştirirken kurulan “Üç koyunu güdemezler” cümlesi yönetim anlayışının çobanlığa indirgendiğini yönetilen kitleden bekleneninse bir koyun sürüsü gibi bilinçsizce İtaat etmek olduğunu gösterir. Hal bu ki  modern sonrası yönetim anlayışı bireyin sivil organizasyonlar yoluyla yönetime aktif biçimde katılımını öngörür,  birlikte yönetmek anlamındaki yönetişim kavramı öne çıkarır.Bu bakımdan çobanlık ve yönetişim bağdaşamaz
.

30 Ağustos 2012 Perşembe

ENGELLİLERİN KİLİT SORUNU ESAS OĞLANLIK VE ESAS KIZLIK MÜESSESİ


Toplum Hayatında herkes için biçilmiş roller vardır . Erkek, kadın ,engelli, zengin, fakir herkes kendine biçilen roller içinde konumlandırılır ve rollerine uygun  tutum ve davranışlar sergilerler. Bu roller sosyal ilişkilerde her an yeniden üretilir ve kitle iletişim araçları kanalı ile yaygınlaştırılır. Örneğin engelli biri karşı cinsle ilişkilerinde evlat, kardeş ve arkadaş rollerini oynayabilirken  sevgili rolüne oturması  oldukça zordur. Ne kadar eğitimli ve nitelikli olursa olsun iş yaşamındaki rolü de sosyal sorumluluk ve yasal zorunluluk çerçevesini aşamaz.  Bu yüzdendir ki hiçbir sinema filmi veya televizyon dizisinde engelli erkeği esas oğlan, engelli kadını  esas kız olarak görmeyiz. Aşık olunan , hayranlık duyulan ve senaryonun gidişatını belirleyen roller yerine yardım ve şeafkat nesnesi rolünde görünür engelliler. Bu hayattaki rol  paylaşımının sanata  yansımasıdır . Bahsedilen  rol paylaşımı ekonomik, sosyolojik, Psikolojik ,siyasi ve dini faktörlerin karşılıklı etkileşimiyle yüzyıllar içinde oluşmuştur.  Bugün engelli hakları savunucularının birinci gündem maddesi haklı olarak ekonomik sıkıntıların giderilmesi ve istihdamın artırılmasıdır. Bu gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü yaşamın amacı sadece safalet şartlarından uzaklaşmak olmamalıdır. Sorunlarının çözümü için daha geniş bir mücadele alanı gerekmektedir. Bu da engelilerin iş yaşamından, sosyal hayata ve kadın erkek ilişkilerine kadar bütün alanlarda esas oğlan ve esas kız rollerine çıkmayı umut edebildikleri ve bunun için uğraşıp bunu başarabildikleri bir toplumun yaratılmasıdır. Bir engellinin azim abidesi yada sevgi pıtırcığı olarak gösterilmekten kurtulup hakikaten  başrole çıktığı filmler izlemek dileğiyle.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

TAHTANIN AKLI : YARATICILIK VE TÜKETİCİK

Benim gibi ilköğretim ve lisede zorunlu din dersi, üniversitede ise piyasa ekonomisi mantığına dayanan işletmecilik eğitimi almış birinin yaratıcılık konusunda kafa karışıklığı yaşaması kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü çocuk yaşta verilmeye başlanan din derslerinde yaratmanın Allaha mahsus bir özellik olduğu, yaratıcılık kelimesini insan için kullanmanın büyük bir gaflet ve bir o kadar büyük günah olduğu sıkça tekrarlanırken, acımasız bir sınav maratonundan çıkarak gittiğim üniversitede bilgi teknolojilerinin her alanda  rekabeti artırdığı, var olmanın koşulunun rekabet, rekabetin koşulunun ise yaratıcılık olduğu benzer bir ısrarla tekrarlandı. (piyasanın insanın yaratıcılığına ne dereceye kadar izin verdiği de ayrı bir konu.)
Kendi yaşadığım ve benim gibi birçok insanın yaşadığını düşündüğüm bu kafa karışıklığının son dönemde ülke geneline yayıldığını ve devlet politikalarına yansıdığını  gözlemliyorum.  Nedeni ise İslamcı ve serbest piyasacı bir parti olan AKP’nin uzun süren iktidarı. Öyle ya bir parti hem İslamcı hem piyasacı olduğunda yukarıdaki ikilem can alıcı bir şiddete erişir. Yaratıcılığı insana bırakmak  insan aklını özgür kılacağı ve dinsel otoriteyi sarsacağı için İslamcılığa  ters gelir.  öte yandan yaratmayı tamamen Allaha bırakarak  teknolojik gelişmeden  el çekmekte piyasanın nimetlerinden uzak kalmayı beraberinde getirir.   O halde bir ara formül gerek o da   bilimsellik ,ilerlemecilik , akılcılık gibi  değerleri reddedip , onların maddi  sonuçları olan teknolojiyi sahiplenmektir. Ülkede iktidara gelmiş tüm partilerin “Batının ilmini al ,Ahlakını değil.” sloganının arkasına gizleyerek uyguladıkları bu formülün  AKP Döneminde her zamankinden daha çok benimsendiği görülmektedir. 4+4+4 sistemiyle eğitimin bilimsel içeriği yok edilirken, okullara  Akıllı tahta ve tablet bilgisayarlar konması bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Bu şekilde bilgi toplumunun yakalanacağı sıkça belirtilmektedir. Ancak bu formülle bilgi toplumunda sadece tüketici olarak var olunabileceği unutulmaması gereken bir gerçekliktir. Üretici olmak   için ise  akıllı eğitim planlayıcıları ve yöneticileri , bilgi felsefesini ve teknolojisini benimsemiş akıllı öğretmenler  ve onları destekleyecek akıllı politikacılar, kısaca  aklın yön verdiği bir sistem gerekir.  Sadece sınıfa konan tahtanın aklıyla yol alınmaz.